"Enter"a basıp içeriğe geçin

Vedat Demircioğlu’nun Öldürülmesine İlişkin TKP’nin Sesi Radyosu’ndan Yapılan Yayın

1 Ağustos 1968

Son Yılların En Uzun Antiemperyalist Savaşı

Amerikan Akdeniz Altıncı Filosuna bağlı bazı harp gemilerinin İstanbul ve İzmir limanlarımızı ziyareti, halkımızın yani öğrenci, işçi, aydın ve askerlerimizin Amerikan emperyalizmine karşı son yılların en uzun, en geniş bir savaşına girişmelerine sebep oldu.

Savaş aynı zamanda kanlı da oldu. Kanlı oldu çünkü, Amerikan emperyalistlerinin doğrudan doğruya Ankara’da ki Amerikan işgüderi William Bardet’in devamlı baskısıyla, Demirel hükümeti halkımızın antiemperyalist savaşını kan içinde boğmaya kalkıştı.

Demirel ve Sükan’ın polisi Altıncı Filo İstanbul limanına girdiği andan itibaren, Amerikan emperyalistlerinin hesabına, halkımıza karşı gövde gösterisine kalkışan Altıncı Filo askerlerini halkımıza karşı savunmaya, protesto gösterilerine girişen öğrenci ve işçilerimize saldırmaya başladı. Ama bu baskı tedbirlere rağmen halk gösterileri genişleyip yayılıyordu. Bunun üzerine Amerikan işgüderi Demirel ve Sükan’dan daha sert, daha kanlı tedbirler istedi. Bu istekten hemen sonra, İstanbul Teknik Üniversitesi Öğrenci Yurdu 18 Temmuz gününü 19’a bağlayan gece sabaha karşı İçişleri Bakanı Sükan’ın özel polis-komando birlikleri tarafından basıldı. Baskın faşist Almanya’da eskiden yapıldığı gibi bütün teferruatıyla hazırlanmış, özellikle kanlı ve hunharca olması üzerinde durulmuştu. Bu baskın sonucunda yüze yakın genç öğrenci yaralandı. 33 ü saatlerce poliste tutulup işkence edildikten sonra tutsak edildi. Polis bütün usul hükümlerini çiğneyip öğrenci yurduna sabaha karşı dalmış, yataklarında her şeyden habersiz uyuyan gençlere sopa ve dipçiklerle saldırmış, onları ölesiye dövmüş, üstelikte dövülen gençleri polise mukavemet ettiler diye tutsak etmişti. İşte Amerikan emperyalistlerine bağlı Demirel hükümetinin adalet, hak-hukuk anlayışı buydu. Amerikan emperyalistlerinin egemenliğinde olan Filipinler, Güney Vietnam ve Güney Kore gibi bahtsız ülkelerde de sömürge adaleti bu şekilde hükmedip gidiyordu. Halkımızda bu sömürge adaletini daha sert ve daha kanlı bir şekilde tatmaya başlamıştı. Gerek Başbakan Demirel gerekse İçişleri Bakanı Sükan verdikleri demeçlerle polisi haklı çıkarıyor, faşist saldırıyı savunuyor, saldırıya uğrayan ve ölesiye dövülen öğrencileri suçluyor, polisi faşist komando birliklerini övüyorlardı. Bu şartlar altında, İstanbul savcılarından birinin saldırgan polislere karşı açtığı soruşturma da kendiliğinden sönüp gidiyordu.

Böylece katiller cezasız kalmış, emperyalizme karşı bağımsızlık,  demokrasi, özgürlük ve reformlar için savaşan haklımız faşist polis komandocularının terörüne terk edilmiştir. Katiller şimdi aramızdadır. Aramızda değil, halkın canını malını korumakla ödevli, polis teşkilatındadır, hükümettedir. Bizzat bu gün başımızda hükümet başkanı durumunda olan Demirel’in eli kanlıdır. Eli kanlıdır diyoruz çünkü, Teknik Üniversite Yurduna yapılan baskı sonucunda Hukuk Fakültesi öğrencilerinden Vedat Demircioğlu aldığı ağır yaralar sonucunda şehit oldu. Gerek Demirel gerekse İçişleri Bakanı Sükan katil polisleri korumakla işlenen cinayete katıldılar. Daha kötüsü polisi bu gibi cinayetlere teşvik eder bir durum takındılar.

Bu durum karşısında demokratik antiemperyalist hareketin kendi kendini Demirel’in Sükan’ın resmi katillerinden, günümüzün Zeki Şahinlerinden, Bumin Yamanoğullarından korumak için gereken savunma tedbirlerini almaları gerekiyor. Bu savunma tedbirlerinin başında emperyalistlerle işbirliği halinde olanların, emperyalist komprador çıkarlarını korumak için halk çocuklarını öldürtmekten çekinmeyenlerin elinden iktidarı almak geliyor. Emekçi ve işçi yığınlarının, aydın, öğrenci ve askerlerin bu işi elbirliğiyle başaracak durumda olduklarına şüphe yoktur. Anayasa bütün ayık ulusal güçlere meşrutiyetini yitirmiş idarelere karşı direnme hakkı kullanma yetkisini veriyor.

Emperyalistleri koruyan, onları korumak için öğrenci yurtlarına kanlı sopalı gece baskınları tertipleyen, yurttaşı öldüren polisleri koruyan, kurbanları suçlu diye tutsak eden bir iktidarın meşruluğunu yitirdiğine, Anayasadaki direnme hakkının kullanılmasına meydan verdiğine şüphe yoktur.

İktidarın, Amerikan emperyalistlerinin menfaatlerini koruma yolunda halkımıza saldırması bu kadarla da kalmıyor. Polis şehit düşen Vedat Demircioğlu’nun cesedini morgdan kaçırdı ve el altından köyüne götürerek gömdürdü. Öğrenciler ve emekçi halkımız bu yeni Turhan Emeksiz’e, bağımsızlık ve demokrasi savaşımızın yeni şehidine son saygısını göstermek, ona şehitlere yakışır bir cenaze töreni yapmak istiyordu. Ama Demirel hükümeti buna da engel olmuştu. Öğrenci ve halk hükümetin bu tutumuna karşı boş bir tabutla Demircioğlu’nu anmak üzere bir tören tertiplediler. Vilayete yürüyüp ceset hırsızlarının millete karşı tutumunu protesto etmek, şehit halk çocuğuna gereken saygıyı göstermek istediler. Her zaman olduğu gibi bu defa da Demirel-Sükan idaresinin polisi öğrenci ve halka saldırdı. Cağaloğlu muharebe meydanına döndü. Demirel ve Sükan’ın faşist polisi halka bütün hunharlığı ile saldırıyor, kan ve kurbandan başka bir şey aramıyordu. Öğrenci ve işçiler kendilerini, ellerine geçirdikleri taş ve sopalarla savundular. Cağaloğlu’nun sokak ve kaldırımları bir daha kurtuluş ve özgürlük savaşçılarımızın kanları ile boyandı. Demirel hükümeti Konya olaylarındaki tutumuyla da Anayasa meşruluğunu yitirmiştir. Bilindiği gibi Konya’da öğrenci, işçiler ve ilerici aydınlar Amerikan emperyalizmini protesto için hazırlıklara başlamışlardı. Fakat bir takım Amerikan ajanları halkın bazı hislerini tahrik ederek onları ayaklandırdılar, öğretmenler derneğine, Yeni Konya gazetesine, TİP merkezine ve daha bazı kuruluşlara saldırttılar. Amerikan ajanlarının kışkırttığı az sayıda bir gurup bütün bu tahribatı rahatça yapabildi ve başlarında yeşil sarıklar bulunanlar saatlerce koca şehre hâkim olabildiler.

Demirel hükümeti, bizzat Başbakanın ve İçişleri Bakanının ağzı ile Konya’da ve İstanbul’da ki politikasını yürüttü Yani azılı gericiliği ve polisi koruyan, saldırganı suçsuz kurbanı suçlu göstermeye kalkıştı.

Türkiye Komünist Partisi halkımızın emperyalizme karşı bu ağır savaşını var gücüyle destekliyor. Dökülen kandan, yapılan fedakârlıklardan, emperyalistlerin topraklarından kovulduğu, tam bağımsız demokratik, reformcu bir Türkiye’nin doğmasını istiyor.

Emperyalistleri topraklarımızdan kovma, emperyalistlere bağlı idarenin hâkimiyetine son verme savaşı ile paralel olarak halkımız, demokratik bir Türkiye’nin temellerinin de atılmasını arzuluyor. Emperyalistler memleketten atıldıktan sonra, bu savaşa atılan öğrenci, gerçek halkçı ve demokratik bir eğitim sistemi ve üniversite istiyor. Eğitimin, bir zengin ve varlıklı zümrenin tekelinden çıkarılmasını köylü, işçi ve esnaf çocuklarının eğitim nimetlerinden faydalanmasını ön görüyor.

İşçi sınıfı, bu savaşla paralel olarak, işsizlikten, yoksulluktan kurtulmak, memleketi baştanbaşa fabrikalarla donanmış görmek istiyor. Kompradorlaşmış toprak ağaları ile derebeylerinin bu şekilde sanayileşmiş bir Türkiye’ye karşı olduklarını biliyor. Bundan ötürü de işçi sınıfı köy emekçileri ve orta tabakaların menfaati geniş, bedava, derebeyi zümresinin ekonomik ve politik hegemonyasına son verecek nitelikteki bir toprak reformu etrafında birleşmiş oluyor.

Emperyalistlerle ittifak kurmuş, onları Milli Kurtuluş Harbinin kazanılmasından yıllarca sonra tekrar memlekete sokanların bu gerici zümrelerin olduğu göz önünde tutulacak olursa, köklü bir toprak reformunun önemi bir daha belirmiş olur.

Ama bu hedefe ulusal demokratik bir hükümet kurmadan ulaşamayız. Bu hükümetin emperyalistlere bağlılığı ve halk yığınlarına düşmanlığı hayatın her alanında açıkça görülüyor. Çalışma Bakanının geçenlerde Batı Avrupa’ya bu arada Batı Almanya’ya yaptığı gezi yurt dışında bulunan işçilerimize bu gerçeği tespit için yeni bir fırsat sağladı. Çalışma Bakanı Ali Naili Erdem uzun süren gezi sonunda yurda döndüğünde Batı Avrupa’da ki işçilerimizin durumu hakkında bir açıklamada bulundu. Bu açıklamaya göre işçilerimizin bazı ufak tefek meseleleri dışında öyle göz doldurur bir şikâyet konusu yoktur. Yani Erdem’e göre; Batı Almanya’da işçilerimizden binlercesi işsiz ve perişan değildir. Bunlara karşı Batı Alman polisi bir terör ve memleketten atma politikası yürütmemektedir. Çalışanlarda Türkiye ile Batı Almanya arasında imzalanmış anlaşmalardan doğan haklarını her yerde her zaman elde etmektedirler. Aynı işi yapan Türk işçisi ile Alman işçisi arasında büyük bir gündelik farkı yoktur.  Türk işçisi,  Batı Alman işçisinin bütün sosyal ve politik haklarına sahiptir.

Bakan Erdem için bütün bu konularda her şey çözülmüş ortalık süt liman olmuştur.

Değildir tabii, Demirel hükümetinin Çalışma Bakanı Erdem, Türk işçilerinden değil de Batı Alman tekellerinden yanadır. Onların sömürü menfaatlerini korumaktadır. Tıpkı hükümetin halkımıza karşı yurt içinde de emperyalizmin başka bir kolunu Amerikan emperyalizmini koruduğu gibi.

Demek oluyor ki, iktidardaki idare her yönü ile ve politikasının bütünüyle emperyalizme ve en başta Amerikan emperyalizmine bağlıdır.

Bundan ötürü de halkımızın, emperyalizmin hizmetinde olan bu hükümete ve bizzat Amerikan emperyalizmine karşı savaşı günden güne hızlanmakta ve sertleşmektedir.

Bu savaşın sağlam bir şekilde geniş ve demokratik bir platformla kazanılabilmesi için bütün demokratik akımların bir iş ve güç birliği anlayışı ve cephe politikasıyla savaşa atılmaları gerekiyor.

Olayların objektif gelişmesi emperyalizm ve yerli işbirlikçilerine karşı savaş alanlarında bu gibi bir cephe birliğini kendiliğinden kabul ettirmiştir. İstanbul, İzmir, Ankara, Trabzon, Eskişehir gibi emperyalizme ve onların işbirlikçilerine karşı savaşılan her yerde bütün antiemperyalistler, emekçi halkın demokratik haklarından yana olan herkes hangi akıma bağlı olursa olsun omuz omuza savaştı, kan döktü ve Demirel’in zindanlarını paylaştı.

Bu savaşta kimler yoktu ki, Türkiye Komünist Partisi vardı. TİP vardı. CHP’liler vardı. AP’liler vardı. DİSK vardı. Başlarındakilerin tutuculuğuna rağmen Türk-İş üyeleri vardı. Partisiz yurtseverler vardı.

Velhasıl emperyalizme ve yerli ortaklarına karşı işbirliği bu gün artık savaş alanlarında kendiliğinden gerçekleşmiş bir olaydır. Bütün mesele bu gelişmeyi, demokratik antiemperyalist akımlar politik yönetimlerine kabul ettirmekte toplanıyor.