Orhan Kemal’in (Mehmet Raşit Öğütçü) 2 Haziran 1970, Nâzım Hikmet’in 3 Haziran 1963’te aramızdan ayrılmasının anısına iki büyük ustanın dostluğuna dair Orhan Kemal’in kendi sesinden iki kaydı da içeren kimi arşiv malzemesini paylaşıyoruz.
Ses kayıtları TÜSTAV Görsel-İşitsel Arşivi’nden, İstanbul’da çekilen fotoğraf ise Kemal Sülker Arşiv Fonu’nda bulunmaktadır. Orhan Kemal’in mektubu Piraye Koleksiyonu’ndan alınmıştır. Piraye Koleksiyonu’nu kullanmamıza izin veren Yeşim Bilge’ye teşekkür ederiz.
İki büyük ustanın anısına saygıyla…
Nâzım Hikmet’in mahkumiyeti
Orhan Kemal’in (Mehmet Raşit Öğütçü) mahkumiyeti
Mahkumiyeti Tebliğ Eden
Nâzım’a giden yol
Aşağıdaki ses kaydında Orhan Kemal’in Bursa Cezaevi’nde Nâzım Hikmet ile tanışması ve talebesi olmasının hikayesini kendi sesinden dinleyebilirsiniz.
Orhan Kemal Adana’da
“Niğde 16. piyade alayı, altıncı bölük, birinci takım, ikinci manga erlerinden 330 doğumlu, Abdülkadir Kemali oğlu, Mehmet Raşit, 26 Eylül 1938 tarihinde tevkif, 26 Eylül 943 tarihinde bir Pazar sabahı tahliye olundu. Nâzım’la iki buçuk seneden fazla bir arada, bir koğuşta kaldı. Zaman zaman hırlaştı, darıldıkları oldu, ekseriya ilk peşin Nâzım barıştı, onu da bu yolda harekete alıştırdı. Kavgaları ufak tefek (beşerî) hırgürden ibaretti. (3.6.1944, Adana)”
Adana’dan Nâzım’a İlk Mektup
Adana
29.9.943
Üstadım,
Bugün şimdi şu anda, şu satırları yazarken, evde, evin damındayım. Önümde Adana’nın en işlek caddesi. Güneş vurmuş. Yollar dehşetli kalabalık. Hava müthiş sıcak. Ama bildiğin gibi değil. Hani 52’inci koğuşta, en sıcak ayların, tahtakurusu dolu, insanı boğan geceleri vardır ya aynen öyle. Gecelik entarimin altındaki çıplak bacaklarımı birbiri üstüne attım. Aradan dakika geçmedi, ılık ve sinirlendirici bir ter yapış yapış sıvandı..
Evet, memlekette, bir zamanlar dehşetle sevdiğim arkadaşlarımın kokladığı havayı, onlar gibi kelepçesiz bir hürriyetle kokluyor, önümden akan insan seline bakıyorum.
Kimler ve neler geçiyor! Tesadüf, en sevdiğim, vaktiyle en çok şakalaştığım ve sohbetlerinden en hoşlandığım birkaç sabık dost geçiyor. Ufak bir işaret, hafif bir çağırış onları bana baktırmaya kafi.. Fakat fakat üstadım, hayır.. Olmadı, olmayacak.. Onları çağırmak, yani “ey eski dostlar. Ben geldim.. Bakın ben artık hürüm!
Bakın burada oturuyorum. Beni ehemmiyetle, bilhassa ehemmiyetle tebrik etsenize… Falan gibi tuhaf bir anlama geleceğinden korkarak onları çağırmıyorum. Eskiye nazaran herhalde müthiş bir farkla yükselmiş bir izzet-i nefs, bir gurur, bir “aranılmayan insanların” küskünlüğü içinde, bütün bu hayhuydan, bütün bu bir alay eski dost grubundan kaçınıyorum. Emin ol, senin yokluğunu müthiş bir yara acısıyla içimde taşıyorum ve uzun seneler de taşıyacağım. Sen yalnız imanlı bir sanatkar değil, her şeyden hepsinden daha fazla, insandın, dosttun… Senin büyük dostluğunu senden ayrılmakla, bütün realitesiyle duyuyorum. Bazen sükût en beliğ ikrar veya ifade tarzıymış. Susacağım üstadım, seni hapishane duvarları arasında bırakmak azabının bütün ıztırabını işte çekiyorum.
Evimizin damı -ki benim şimdi oturmakta olduğum yer- dar bir sokağa baktıktan sonra, hemen solda, mütemadiyen insan akıtan ve keyfince bütün ikinci sınıf vilayetlerde müşterek olan kıyafetleriyle akan insanların caddesine nazır.
Karşı kahvede bir polis oturuyor. Bu adam, çağırıldığı bir hadiseye fi’len alakadar olmuş bir insandır. Şu, hani bir tarihte intihar maksadıyla kendimi vurduğum gece önüme çıkıp “be birader, kendini öldürmek istiyorsan elektrik tellerine tutun!” diyen adam. Her polis gibi, yalnız dakikalarla beraber akan hadiselerle alakadar olup bilhassa maziyi pek az düşünen bir polis şüphesiz. Benden haberdar bile değil. Hararetli hararetli bir şeyler anlatıyor bir arabacıya.
Karşıda, eczahanenin köşesindeki hoparlör basso sesiyle bana mütemadiyen Bursa hapishanesini hatırlatmakta.
Neyse Nâzım Hikmet.. Bu sırada kardeşim geldi. Elinde bir şişe kırk dokuzluk.. Karım, kızkardeşlerim dama, oturduğumuz yere masayı hazırladılar. Ve biz iki kardeş, sofrada oturan yakınlarımızın neşeli kahkaha ve konuşmaları arasında içtik.
Bu satırları evimde yazıyorum. Evim bir tek odadan ibaret. Dayımların büyük taş evlerinin bir göz odası. Mobilyamız hiçte fena değil: üstü iyi bir örtüyle kaplı bir sedir, yanında beyaz bir karyola, üzerleri pötikare bez geçirilmiş minderleriyle iki tahta iskemle ve bir halı- bu henüz yere yayılmadı- iki kilim, saat, bazı resimler, senin yağlı boya resimler yaptığın iki köşe yastığı ve saire..
Şu anda ben karyolada oturuyorum. Karım karşıda, sedirin ucuna ilişmiş, Yıldız’ın bayramlık entarisini yetiştirmeye çalışıyor. Onu bilhassa süsledim, mütemadiyen seyrediyorum. Bana bu beş senelik ayrılığa dair hikayeler anlatıyor. Ve soruyor:
– Raşit, Nâzım ağabeye ben mektup yazmayayım.. Sen yaz.. Benim yazım iyi değil.
Israr ediyorum. Razı oluyor. Tekrar soruyor:
– Peki ne diyeyim? Ağabey mi, amca mı?
– Ağabey! de..
Tam bu sırada kızım, örme sepetten arabasını iterek karyolama yaklaştı:
– Haydi baba araba geldi…
– Mektup yazıyorum kızım, beklesin azıcık arabacı!
Ve arabasını sürdü. Ayrılırken:
– Peki babacığım.. diyor. Yarım saat sonra gelsin araba!
Tabii anladın; Arabacılık oynuyoruz kızımla…
Onu çok seviyorum. Öyle zeki ve öyle güzel ki…
Bugün saat öğleden sonra ikiye kadar pek resmiydik.. Az evvel ona hareketinde tam bir serbesti verdim. Şimdi bülbül oldu. Mesela; Yıldız sordu annesine,
– Anneciğim mendil ver!
– A, Yıldız veremem. Saat başına bir mendil veremem
– Peki peki verme. Söyleyen ben değilim…
Karım
– Raşit, diyor, bara filan gideyim deme.. Vallahi Yıldız’ı elinden tutar gelir seni rezil ederim..
– Yapabilir misin bu kabadayılığı?
– Tecrübe et..
Yıldız soruyor:
– Anne elmanın içine kurt nerden gelir?
Annesi meydan vermeden izah ediyorum. Bilhassa izah ediyorum ve ona bir büyük insan muamelesi ediyorum:
– Dinle kızım! Elmanın bir tarafı çürür, çürüyen yerde kurt olur…
Ona, elmanın bünyesindeki yıpranmanın biyolojik, bilmem ne lojik izahını yapamam elbette. Tabii bu “elmanın çürüyen yerinde kurt olur.” sözünü iri kahverengi bebekli gözlerini açarak ve büyük bir dikkatle dinliyor. Fakat mutmain olmadığı belli.
– Ben kurt nasıl girer diye sordum babacığım…
Demek istediği cevabımın kifayetsizliğini, cahilliğimi yüzüme vuracağı belli. Fakat hala, bütün laubaliliğimize rağmen bir hayli resmiyiz.
Velhasıl her an her dakika onun zeki müdahalelerini annesinin lisanındaki tashihlerini beyan-ı mütalaalarına şahit oluyor, gülüyorum.
Akşam etti Nâzım Hikmet. Mektubumu bugünlük kısa keseceğim. Yazacak o kadar çok şey var ki.. Sana her hafta neşeli mektuplar yazmaya çalışacağım. Şimdi Yıldız’la annesine sana yazdığım mektubu okudum. Neşe ve zevkle dinlediler. Kızım annesinin arkasından başını uzattı:
– Bir şey söyleyecektim ama…
Durdum. Güldüm:
– Söyle kızım!
– Başka zaman söylerim.
– Şimdi söyle mektuba yazacağım.
– Başka zaman yazarsın…
– Israr ettim. Güldü.
– Ben öksürdüm. Dışarıya baktık.
Karım bir sürü roman okumuş. Hatta bunların isimlerini bir tarafa yazmış. Hepsi de macera romanı veya şu Esad Mahmut ve sairenin romanları… Her ne olursa olsun. . Bir defa roman okumaya heves etmiş, onlardan zevk almış ya.. Mesela “Kira Kiralina” yı da okumak için başlamış. Fakat canı sıkılmış bırakmış.
İşte böyle Nâzım usta.. Müsaade et, mektubumu bitireyim. Çünkü yarın bayram. Çarşıya gideceğiz. Biraz ufak tefek ve bu mektuplar işi var.
İplik meselesine –yani 250 lira meselesi-annem razı olmakla kalmadı sana dua etti. Bu vaad beni bir hayli sağlam vaziyete soktu. Yani: “hayatta dayanacağı olan” insanların gönül rahatı ile, başkalarından itibar görmek meselesi.
Diğer taraftan herhangi bir işe girmek mümkün olacak.
Arkadaşlara tekrar tekrar selamlar. Bilhassa çorbacının gözlerinden hasretle öper, yakın tahliyeler beklerim.
Karım gene mektup yazmaktan vazgeçti. Kusura bakma. Sana ve Piraye Yenge’ye yazacak. Bu kadar az şey içinde öyle mesudum ki üstad…Yalnız, evet yalnız seni orda, hapishanede düşünmek azabı!
Gözlerinden öperim, büyük ve insan dostum.
Raşit
Mehmet Ali Bey’e ve diğer memur ve gardiyan beylere selamlar. Mehmet Ali Bey’in yeğenini aramak işini unutmadım. Hele şu misafirliklerden bir kurtulayım…
Raşit
Orhan Kemal İstanbul’da
İstanbul’da Yine Yargılama
Mehmet Şahin, Orhan Kemal, Mustafa Kutlu, Muzaffer Kalyoncu, Ersel Sözer ve Şevket Ertekin, 1966 Mart ayında bir lokantada konuşurken «komünizm propagandası» yaptıkları için açılan ve Temmuz ayında beraatla sonuçlanan davada.
Orhan Kemal’in kendi sesinden son çalışmalarına dair;